GÜNCEL EGE YEREL YÖNETİMLER EKONOMİ POLİTİKA SPOR RÖPORTAJLAR YAZAR CAFE FOTO GALERİ VİDEO GALERİ
Kemal ARI
YAZARLAR
22 Nisan 2020 Çarşamba

23 Nisan’ın yüzüncü yılında yeniden düşünmemiz gereken şeyler

Yarın 23 Nisan…

23 Nisan 1920’de ulus, kendi istenciyle egemen olduğunu kanıtlayarak, büyük millet meclisini topladı.

O gün başlayan yolculuk, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle sonuçlanacak; ardından da toplumsal temelde köklü devrimlere başlanacaktı…

23 Nisan 1920’de ulus, kendi istenciyle egemen olduğunu kanıtlayarak, büyük millet meclisini topladı.

O günden bugüne tam yüz yıl geçmiş…

Dile kolay, “yüz yıl…”

Bu süre içinde cumhuriyetimizin daha olgun bir düzeye gelmesi, demokrasimizin daha çağdaş bir çizgiye ulaşması gerekirdi.

Geçmişe baktığımız zaman, bu yüz yıllık sürenin başında, ulusal egemenliği elde etme adına ne görkemli bir savaşım verdiğini görüyoruz.

Düşünün:

Sanki büyük bir zelzele olmuş; bu felaketin sonunda yıkılan Osmanlı Devleti’nin bedeninden yeni devlet doğuyordu.

Bu görkemli doğuşun ilk adımı, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak çıkışı ise, ikincisi de 28 Ocak 1920’de ilan edilen Misak-ı Milli idi.

 Bu gücün karşısında kimse duracak gibi değildi.

Ulus, tarih önüne çıkmış; tam bağımsız yaşamak için gerekli koşulları dünyaya duyurmuş ve bu amaca ulaşıncaya kadar savaşılacağına dünya ve ulus önünde yemin etmişti.

Uluslar böylesine önemli tarihsel dönemeçle, kendi ulusal kahramanlarını yaratır.

İşte Atatürk de Türk Ulusu’nun bağrından çıkan destansı bir kahraman gibiydi.

Ortam hazırdı.

İklim koşulları oluşmuş ve maya tutmuştu.

O’nun önderliğinde Türk ulusu, yıllarca süren büyük bir savaşla, emperyalizmi temsil eden yedi düvele karşı savaştı.

Bu büyük savaşın merkezi Ankara ve Ankara’nın bağrında açılmış olan Büyük Millet Meclisi’ydi.

 

İş o noktaya gelmişti ki; artık ne saltanatın dediklerinin önemi vardı, ne halifelik makamının…

Ulus, kendisi için idam fermanlarını yazanlara ve buna dinen fetva hazırlayanlara karşı öyle bir duruş sergiledi ki:

“Hey, dur bakalım dur! Sen kim oluyorsun ki?” diyordu.

“Yedi bin yıllık tarihim var benim… Köklerimde Oğuzlar, Bilge Kağanlar, Dede Korkutlar, Sultan Alparslanlar, Fatihler; Kanuniler var benim! Dur bakalım dur, çekil aradan! Sen kim oluyorsun ki? Tahtlar, taçlar uğruna koca bir ulusu tarihin çöplüğüne atamazlar; sen de ona aracı olamazsın. Bana bunu reva görenler için de diyorum ki ‘İşte ben varım’… Meydanlardayım. Ya ölüm, ya kalım davasıdır artık bu… Savaşsa ölümüne savaş… Madem beni tarihten silmek istiyorsunuz uygarlık, hak, hukuk ve adalet adına; ey emperyalizm, savaştan başka yolu yok bunun… Büyük bir hesaplaşma olmadan, benim tarihsel varlığıma son veremezsin. Bunu istiyorsan, son bir hesaplaşmaya da hazır ol! İşte giydim kefenimi ortadayım; buyur gel, savaşsa savaş... Ya bağımsızlık, ya ölüm!”

Onun bu haykırışı karşısında, onu o zamana değin küçük görüp aşağılayanların yapacağı ne vardı ki?

Ancak ihanet edercesine, ulusun üzerine ordularını sürebilirlerdi.

Sürdüler de…

Ali Galipler, Anzavur Ahmetler orada burada kışkırtılan insanların kütleler halinde çıkardığı iç ayaklanmalar…

Derken Hilafet Orduları; Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının öldürülmelerinin “dinen vacip”; yani dinsel bir görev olduğuna ilişkin fermanları…

Bütün bu kötülükler, yollara döküp, Anadolu’yu kasıp kavurmaya başlamıştı bile…

Kardeşin kardeşle kavgasına göz yumacak kadar davayı bel altına indirmeyi başarmıştı emperyalizm…

Binbaşı Noel bununla yetinmiyor; doğuyu batının üzerine kışkırtarak, iç savaşı daha da cehennemi bir boyuta ulaştırmak için çırpınıyordu.

Kışkırtıcı ajanlar, casuslar, işbirlikçiler ve bozguncular sarmıştı her yanı…

 Tek bir hedefleri vardı; meclisi dağıtmak, Mustafa Kemal’i ipte sallandırmak; ulusun iradesini ortadan kaldırmak…

Ulus, bir ölüm savaşına girerken, ona tepeden bakanlar onu “sürü” olarak görüyorlardı. Ulus sürüyse, kendilerinin de “çoban” olduğunu düşünüyorlardı. Kendileri yoksa başsız ve çaresiz ulusun hiçbir şey yapamayacağını düşünüyorlardı.

Ancak, hayır!

Ulus tarih sahnesinde yerini aldı ve haykırdı:

“Ben varım, ben!”

Değerli arkadaşlarım; ulusun, kendi adına ortaya çıkıp, “Ben varım!” diyebilmesi, gerçekte büyük bir devrimdir.

Çünkü bu özgüven, bu tebaadan ulusa dönüşmenin ilk temel zorunlu koşuludur.

Bu özgüvenin neler başarabildiğini tarih bize gösteriyor.

Ancak şunu da sormalıyız:

Bu özgüvenden o günden bu güne bizlere ne kaldı?

Ve bizler ne kadar özgüven sahibiyiz?

Eğer o özgüvenden geriye doğru gitmişsek; nerede yanlışlar yaptık ve bu yanlışları nasıl düzeltebiliriz?

Bunlar üzerine düşünmek zorundayız.

Yanlış mıyım?